11 Ocak 2015 Pazar

BÜYÜMEK NASIL BİR ŞEY?



İllüstrasyon: Beyhan İslam

Bugün 2.sınıf öğrencilerimden birisi yanıma geldi  ve bana bir soru sordu. Adı Pırıltı olsun bu kızın. Normalde sessiz, içine kapanık, pek konuşmaz Pırıltı. Bugün yanıma yaklaşması ve benimle konuşmak istemesi  şaşırttı beni. Bana derin bir soru sordu.

“Öğretmenim büyümek nasıl bir şey?”

Karnıma yumruk yemiş gibi oldum. Sahi büyümek nasıl bir şeydi? “Bilmem”dedim. Cevap veremeyince topu ona attım. “Çocuk olmak nasıl bir şey?” Pırıltı cevap verdi hemen. “Güzel bir şey.”

“Peki bu soruyu bana neden soruyorsun?”diye sordum ona.

“Merak ettim.”

“Büyümenin güzel yanları da var, kötü yanları da bence. Çocukken yaşamadığın bazı şeyleri yaşayabiliyorsun mesela. “ böyle saçma sapan cümleler çıktı ağzımdan. Sanırım kendimi hala toparlayamadım. Pırıltının yüzündeki kaygılı ifadeyi görünce, sanki büyümekle ilgili olumlu şeyler söylemek zorundaymışım gibi hissettim kendimi. Saçma belki. Ama hissettiğim tam da buydu.

Birden Pırıltı yeniden konuşmaya başladı.

“Ben büyümekten korkuyorum.”

“Neden?”

“Bir sürü ağır şeyin sorumluluğunu almaktan korkuyorum.”

Sanki o an karnıma ikinci yumruğu yemiş gibi oldum. 


Kısa bir süre önce 1.sınıf çocuklarıyla öylesine bir sohbet başlatmak istemiştim. Kitap okumak ile ilgili bir sohbet. Çocuklara “Sizce neden kitap okumalıyız?”diye sordum.

“Çünkü o zaman çok şey bilebiliriz.”dediler.

“Neden bu kadar çok şeyi bilmeye ihtiyacımız var ki?”

“Büyüyünce işerimiz kolaylaşsın diye.”oldu birinin cevabı.

Ötekisi, “Bak şimdi ben tamirci olmak istiyorum diyelim. Kitap okursam nasıl tamir edebileceğimi bilirim.”

Ötekisi atladı hemen, “Tamirci üniversitesine gidersin akıllım.”

Beriki de yetişti tabi, “Tamircilik kurslarına gidersin.”

Yine kitaba getirdim konuyu. “Peki neden bu kadar çok bilmeye ihtiyacımız var?”

Cevaplar hemen geldi. “Çok okursak Atatürk gibi olabiliriz.”

Sorularımın şeklini değiştireyim bari. “Peki zevk almak için, sadece zevk almak için okuyamaz mıyız?”

Gelen cevaplara dikkat, “Sadece zevk almak için okursak, o zaman başka hiçbir şey yapmak istemeyiz. Ödevlerimizi de hemen yapıp bitirmek isteriz. Arkadaşlarımıza da vakit ayırmayız.”dedi daha önce hiç konuşmayan.

Ben provakasyona devam ediyorum tabii, “Ödevlerimizi hemen yapıp bitirsek ne olur ki?”

“O zaman özensiz olur. Konsantre olamayız.”

“Peki siz masalları, hikayeleri sevmiyor musunuz?” Sadece onları okuyup zevk almak için kitap okuyamaz mıyız yani?”

Kafalar karşımaya başladı galiba. Bir çiçek konuştu sanki. “Aslında olabilir.”



Birici sınıflarla yaptığım bu konuşmanın hemen ardından Pırıltı’nın bu soruyu sorması beni eğitim sistemi üzerine yeniden düşünmeye itti. Neden eğitim programları hep bir işlevsellik kaygısı ile hazırlanıyor? Bir şey yalnızca işe yarıyorsa iyidir ve sistemde olmayı  hak eder. Ve geleceğe odaklı , çocukların “şimdi”sini kaçıran bir sistem. Sürekli  geleceğe hazırlama  vaatleri. Peki ya çocukların “şimdisi”? Ona ne olacak, onu kim verecek çocukların ellerine? O anları yaşamalarına nasıl yardımcı olacağız? Şimdi de olmaktan, çocuk olmaktan, zevk almaktan korkuyor bu sistem sanki. Çocukluğun tadına varmak önemini yitiriyor eğitim sisteminin içinde.

“Şimdi” de olmak demek oyunda olmak demek. Daha çok hikaye dinlemek demek. Sanat eğitiminde bir eksiklik var gibi. Sanat “daha çok işe yarar” birşeyleri öğretmek için araç olarak kullanılıyor. Oysaki amaç sadece sanat yapabilmek, “an” dan zevk alabilmek olmalı. Sanat eğitimi aracılığı ile çocuklar, çocukluklarının tadını çıkarabilmeli, gerçeklik ile kurdukları bağları kendi dillerinde ifade edebilmeli, “an”da olabilmeli. Yoksa çocuklarımız “büyümek”ten korkar hale geliyorlar işte…

02.03.2014, İstanbul

10 Ocak 2015 Cumartesi

MİZAH HAYATIN YARISI EDER...

İllüstrasyon: Beyhan İslam


Vergi dairesine uğradım bugün. Almanya’dan ayrıldım ama vergi beyannamesi işlerim devam ediyor. Temiz bitirmek lazım. Neden bu vergi daireleri hep kocaman ve karanlık? Çalışan memurlar da hep yaşlı ve asık suratlı? Kendini böcek gibi hissediyorsun burada. Bir de gri gökyüzü. Hava soğuk. İçim karardı bu binada. İşimi bitirdim. Adenauer Platz metro istasyonundan metroya binmek için aşağı indim. Soğuk, metal banklardan birine oturdum. Metronun gelmesini bekliyorum. Yanımda sokaklarda yaşadığını tahmin ettiğim (Obdachlos diyor Almanlar bu insanlara, yani çatısızlar). Kadın kötü kokuyor. Kafasında siyah bir bere, berenin altından tel tel olmuş, uzun zamandır yıkamadığı belli olan saçları çıkmış. Üzerindeki tüm giysiler siyah. Gözleri kıpkırmızı, ama hayat dolu. 50 yaşlarında belki. Belli ki işi gücü, hayattan bir beklentisi yok. Öylece orada oturmuş. Metro beklemiyor, hayatı seyrediyor. Çantası açık. Farklı biri olduğunu hissediyorum, onu izlemeye başlıyorum. Arka bankta oturan, yüzünü göremediğim, ama uyuşturucu bağımlısı olduğu belli olan bir gence laf atıyor.
 “Sen de bir zamanlar güzel görünürdün. Ama şimdi değil. Köpek pisliği. Git persil al, temizle kendini. Kendine gelirsin.” Bunları söylüyor ve kahkaha atıyor.
Çok içten gülüyor. Sonra kendi kendine konuşmaya devam ediyor;
“Mizah hayatın yarısıdır.”
Sağ kulağımı kabartmış kadını dinliyordum. Son cümlesinden sonra kadına döndüm, “Evet, haklısın” dedim.  Kadın bana döndü. Mutlu olmuştu belli ki. “Siz de gülebiliyorsunuz. Ne güzel. Ama daha çok gülebilmeniz lazım. Korkmayın. Hiçbirşey olmaz. Sadece gözlerinizin etrafı biraz kırışır o kadar. Mizah hayatın yarısıdır.” Ben de kadına, “Evet, ben hayatı fazla ciddiye alıyorum galiba. Haklısınız, daha çok gülebilmeliyim.”dedim. Kadın devam etti. Arkadaki genç hakkında konuşmaya başladı.
“Bir zamanlar çok yakışıklı bir geçti. Uyuşturucu onu ne hale getirdi. Ben de içiyorum. 36 yıldır.”dedi.
Kadının hikayesini daha çok merak ettim. Konuşması, aksanı, kullandığı dil, onun sıradan biri olmadığını anlatıyordu sanki. “Bu kadının bir hikayesi var.”dedi içimden bir ses. Sordum;
“Çocuklarınız var mı?”
“Asla. Karar vermek zorundaydım. 36 yıl önce uyuşturucuya başladım. O zamanlar karar vermek zorundaydım. Ya o, yada o. İkisi bir arada asla olmaz. İnsan karar vermek zorundadır. İnsan ancak karar verdiği zaman insan olur."dedi.
Bu cümle beni çok etkiledi. Almanya’ya her dünüşümde burada biraz daha fazla yaşamalı mıydım, diye soruyorum kendime. Berlin’i çok seviyorum. Çok özlüyorum. Bir parçam hep oraya ait gibi. İstanbul’ a döndüğüm halde, çalışma ve oturma vizemi henüz iptal ettirmemiştim.  2015 mayıs ayına kadar vizem var. İstersem sonra yine uzatabilirim. Ama bu gelişimde, ben artık burda yaşamıyorum deyip, vizemi iptal ettirmeye karar vermiştim. Etrafımdaki herkes kızdı bana. “Salak mısın? Aptal mısın? Ne güzel, mis gibi vizen var. Sorun yaşamazsın. 6 ayda bir giriş çıkış yaparsın. “ Doğru.  Ama ben bir karar vermek zorundaydım. Ve kararımı verdim. Artık İstanbul’da yaşıyorum. Buraya bir daha gelmek istediğimde vize almak zorundayım. Tuhaf bir his. Evine girerken izin istemek gibi. Kadının bu sözleri bana nasıl da iyi geldi.
Kadın son cümlelerini söylerken ciddileşti, bakışları derinleşti. Hayattaki en önemli şey buymuş gibi bahsetti sanki. Evet bir şeye karar verirken başka bir şeyden vaz geçiyoruz. Her karar arkasında bir kaybı gizlemiyor mu? Belki de bunun hüznüydü o bakışlar.
Sonra kadına döndüm; “Evet dedim, çok haklısınız. Sizin hikayenizi daha çok dinlemek isterdim.”dedim.
Kadın; “Belki bir gün yine karşılaşırız.”dedi
“Ama ben iki gün sonra İstanbul’a dönüyorum. Ben artık burada yaşamıyorum.”dedim.
“O zaman İstanbul’da beni düşün dedi. Adım Corina.”
“Tamam”dedim “İstanbul’da bir kahve içeceğim ve seni düşüneceğim. Yalnız mı yaşıyorsun?”
“Hayır. Annemle birlikte. 86 yaşında ve 65 yaşında gibi görünüyor. Çok sağlıklı. Akşamları yalnızca yarım kadeh kırmızı şarap içer. Benimle ilgili herşeyi biliyor. Aramızda yalan yok.” Son cümleyi söylerken yüzünün ifadesi, “İnsan karar vermek zorundadır. Ancak karar verdiği zaman insan olur.” dediği zamanki gibi ciddileşti. Onun için dürüstlüğün ne kadar önemli olduğu bu yüz ifadesinden anlaşılıyordu.
Metro geldi. “Binmeyeceğim.”dedim. “Seninle oturmak istiyorum. “Ben sigara içeceğim. Hadi sen git.”dedi bana. Sonra da uzaktan bir öpücük gönderdi. “Sağlıklı olmak çok önemli. Senin için herşeyin en güzelini diliyorum.”dedi. Bunu söylerken her yanından sevgi akıyordu. Evet evet saf sevgi bu olmalı. “İnsan hayatta iki kere buluşurmuş. Bakalım bir daha ne zaman ve nerede buluşacağız?”dedi.
Ben de ona “İstanbul’da bir kahve içeceğim ve seni düşüneceğim Corina.“dedim

Seni düşünürken güleceğim, seni hep içimde taşıyacağım. Kimbilir bir daha ne zaman ve nerede karşılaşacağız? Alles gute für dich…

03.02.2014, Berlin
Willmersdorf, Cafe the Olive, 12.00

KARA ÜZÜM VE SÜTLÜ ÇİKOLATANIN OYUNLARI


İllüstrasyon: Beyhan İslam
İstanbul’dan az önce geldim. Havaalanından Zoologischer Garten yönüne giden, 109 numaralı otobüse bindim. Benden sonra bir grup ilkokul çocuğu da öğretmenleriyle birlikte otobüse bindiler. Karşımda iki tane çocuk oturuyor. Birisi kara saçlı, kara gözlü. Almanca konuşurken yaptığı vurgulardan Türk kökenli olduğunu tahmin ediyorum. Ona kara üzüm diyeyim. Diğeri ise sütlü çikolata gibi. Kara üzümün elinde şekerler var. Gizlice, öğretmenine göstermeden sütlü çikolataya da ikram ediyor. Birlikte gizlice şeker yemenin tadına varıyorlar. Karşı çaprazımda öğretmen ve bir çocuk oturuyor. Onun adı da limon olsun. Kara üzüm ve sütlü çikolatanın yediği şekerleri görünce, limonun ağzının suyu akıyor. Sınıfça çıktıkları bu yolculukta şeker yemeleri yasak herhalde. Limon isyan eder gibi oluyor. Büzüşüyor olduğu yerde. Derken öğretmen şekerleri görüyor.

“Çabuk o şekerleri cebine koy.”


Üzüm ve sütlü çikolata oyun oynamaya başladılar. Nasıl da tatlılar. İkisi de yemelik. Sanki birbirlerine sarılsalar, tadından yenmez bir üzümlü sütlü çikolata olacaklar. Seviyorlar birbirlerini belli. Kankalar herhalde.  Sütlü çikolata birden beresiyle yüzünü kapatıyor.

“Ben görünmez olabilirim. Beni tanıyor musun? Parmaklarınla bana sayılar göster, ben de sana hangi sayı olduğunu söyleyeyim.”

Kara üzüm bir elinin beş parmağını gösteriyor. Sütlü çikolata hemen biliyor. Fünf. Kara üzüm hangi rakamı gösterse, sütlü çikolata arkasına saklandığı beresinden herşeyi doğru tahmin ediyor.

Derken karşı çaprazda oturan öğretmenden bir ses;

“Chris, oyun oynama, olur da ayağa kalkarsan, düşebilirsin. Düşersen sonra ağlama.”

Olduğum yerde öylece kalakaldım. Kendi kendime “Herzlich Willkommen in Deutschland” dedim. “Almanyaya, yetişkinlerin dünyasına hoş geldin.”  Çocukların o AN yaptıkları tek şey, oturmak ve oturdukları yerden oyun oynamaktı. AN ı güzelleştirmek. Bir yetişkin ne yapıyor? O andan sonraki 5-10 dakika içerisinde gerçekleşebilecek felaket senaryolarını düşünüyor. Ve sanki o senaryolar gerçekleşmiş gibi, “OYUN OYNAMAYIN” diye çocukları azarlıyor. Zavallı çocuklar diye düşündüm kendi kendime.

Yetişkinler çocukların kanatlarını böyle kırıyor herhalde…


 31.01.2014
Berlin, Bergmann Strasse, Caffe de Meer, 12.35